ALİ SUAVİ: ÇELİŞKİLER İÇİNDE BİR OSMANLI AYDINI - YUSUF YAVUZYILMAZ

ALİ SUAVİ: ÇELİŞKİLER İÇİNDE BİR OSMANLI AYDINI - YUSUF YAVUZYILMAZ

18.01.2025 21:30 | Güncelleme Tarihi: 18.01.2025 21:31

“Ali Suavi, Medreseden yetişmiş ateşli bir devrimcidir”
(Hilmi Ziya Ülken)
Hayatı, mücadeleci kişiliği, yetişme tarzı ve medrese geçmişi, felsefeye olan ilgisi, siyasi hayatındaki çalkantılar ve sürgünler, İslam’a bağlılığına karşın çok sayıda reformcu görüşleri, Türkçülük-Yeni Osmanlıcılık-Batıcılık görüşleri arasında kurduğu birliktelikler, savunduğu düşünceler arasındaki tenakuzlar ve tezatlar dikkate alındığında Tanzimat döneminin en ilgi çekici kişiliklerinden birinin de Ali Suavi olduğu görülecektir. 

Ali Suavi de ilk göze çarpan görüşlerindeki tezatlıktır. “Medrese mezunu olmasına rağmen, medrese zihniyetine karşı gelen; ilk defa ansiklopedi teşebbüsünde bulunan; ilk defa laikliği savunan ve ilk Türkçecilerden sayılan Ali Suavi, dinin karşısında olan biri değildir. Bilakis hedeflediği yeniliklerin temellerini İslam’da arar ve bunlara işaret eder. Ona göre yeni ilke ve değerler ile İslam birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu kabuller Şinasi’deki belirlemelerle aynılık gösterir; devrimci ve pratik nitelikli yazıları, dönemin aydınlarında görülen ansiklopedist ve sentezci tutumu yansıtır. (1) 

Tanzimat sonrası dönemin en belirgin özelliklerinden biri, dönemin en belirgin ve etkisi siyasal akımları olan Yeni Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık arasında geçişkenliğin oldukça fazla olmasıdır. Öyle ki, hangi düşünürün hangi akıma mensup olduğunu belirlemek çoğu kez imkansız hale gelmektedir. Ali Suavi bu düşünürlerin başında gelmektedir. Onu bazı görüşleriyle İslamcı, bazı görüşleriyle Türkçü, bazı görüşleriyle Yeni Osmanlıcı ve hatta batıcı saymak mümkündür. Kuşkusuz fetret dönemlerinin kafa karışıklığı tüm düşünürleri derinden etkilemiştir. Kafa karışıklığı Suavi’yi inceleyenlere de sirayet etmiştir. Hilmi Ziya Ülken’in aşağıdaki değerlendirmeleri hem Ali Suavi’nin kafa karışıklığına, hem de onu inceleyenlerin hangi düşüncenin içine yerleştirecekleri konusunda yaşadığı kararsızlığa örnektir. “Medrese tahsili yapmış olduğu halde. Medresenin skolastik zihniyetine hücum etmiş, fakih olduğu halde fıkha isyan ederek ilk defa laikliği savunmuştur. Onun Türkçülük hareketini tutuşu da Osmanlıcılığa karşı bir tepki sayılabilirNamık Kemal ve Ziya Paşa, Yeni Osmanlı devletinde şeriata dayanılmasını istiyorlar ve fıkhı savunuyorlardı. Ali Suavi ise dünyanın dini kanunlarla idare edilmesine karşı çıkıyor ve laikliği savunuyordu… Ali Suavi’nin dayandığı kanıtlar, İmam Azam’ın Kuran’ı Arapçadan başka dillerde okumanın caiz olduğunu kabul etmesiydi… Burada O, milliyetçi olmaktan çok İslam birliği savunucusudur. Nitekim Türklük fikrini bırakmaksızın İslam milletleri birliğinden söz etmesini başka vesilelerle açıklıyor… Ali Suavi aşırı görüşlerinden dolayı ne muhafazakarlar ne de meşruiyetçiler tarafından seviliyordu. Hücumları pek çok insanı kırmıştı. Her vesile ile onu kötülemeye çalışıyorlardı… Suavi ateşli ve mücadeleci mizacı ile hiçbir yerde uzun süre duramıyordu. Fakat bunu yalnız bir mizaç farkına bağlamak doğru olmaz. Çünkü onu ayırdeden vasıf, fikirlerini açıkça söylemesi ve bunun sonuçlarına katlanmasıydı… Suavi’de fikirlerin kaynağı din idi. ‘Şer’i ilimler arasında en ziyade hadisi sevdiğini’ söylüyor. İleri batıcı görüşü daima dini temele dayandırmakta, istediği yeniliklerin kökenini İslam’da aramaktadır… Ali Suavi, İslamlıkla batıcılık arasında çelişme değil, tersine birbirini tamamlama olduğu fikrinde ısrar eder. Birinciyi ikinci için daima temel alır. Gereken, İslam’ın yanlış yorumlamalarını, ona sonradan karışmış olan şeyleri, ilerlemeyi durduran gevşemiş düşünceleri ayıklamaktır. Bu bakımdan onu İslam’da <<Selefiye>>yolunu tutanlar arasına koymak ve bir nevi İslam modernisti saymak doğru olur…

Ali Suavi hakimiyet, devlet ve devlet şekilleri hakkındaki görüşlerini de İslami görüşe bağlamakta, bu temele göre modern devlet anlayışını yorumlamaktadır… Kanun yapmak emir ve nehiy demek olduğu için, bu emr-ü nehyi kim verecek? İnsanlar eşit olduğu için,insanın kendi kendine kanun yapmak ve ceza vermek hakkını kim verecek? Öyle ise kanun yapma kuvveti insan üstü bir kaynaktan, Allah’tan gelir…”( 2) Bu alıntılarda Ali Suavi, medrese karşıtı, laik, Türkçü, İslam birliği savunucusu, görüşlerini daima dini temele dayandıran, selefi, İslam modernisti olarak tanımlanmaktadır. Bu onu herhangi bir görüşe dahil etmenin zorluğunu göstermektedir. Çünkü bir insanın hem laik, hem de görüşlerini daima dini temele dayandırması aynı anda mümkün değildir.

Medrese eleştirisi sadece laik aydınlardan değil, İslamcı uyanışın öncülüğünü yapan alimlerin de temel eleştiri konularından biridir. Bu noktadan bakıldığında özellikle medrese zihniyetini sorgulaması ve yapacağı yeniliklerin temelini İslam’da araması, Batı düşüncesiyle İslam arasında sentezleme çabaları İslamcıların da sıklıkla savundukları konulardır. Ali Suavi dönemin Batıcı düşünürleri gibi İslam inancına tamamen sırtını dönmüş değildi. O kadar ki, Hilmi Ziya Ülken “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi “ adlı eserinde “Ali Suavi, Gazali’den ilham aldığı bir iktisat görüşünü canlandırmaya çalışıyordu” der.(3)

Ali Suavi, aşağı yukarı bütün Tanzimat aydınlarının yaşadığı İslam –Batı, Doğu-Batı, Gelenek-Modernlik arasındaki ikilemde son kertede seçimini İslam ve Doğu’dan yana yapar. İslam ve Batı arasındaki karşılaştırma Said Halim Paşa, Mehmet Akif ve Said Nursi gibi İslamcı aydınlar arasında da benzer gerilimleri yaratmıştır. Aslında temel sorun Vahye dayalı bir medeniyet ve bu medeniyetin oluşturduğu pratiklerle, tek bilgi kaynağı olarak aklı kabul eden aydınlanma düşüncesi ve rasyonalizme dayanan Batı medeniyetinin nasıl uzlaştırılabileceği düşüncesidir. Gerilim, son mükemmel dine sahip olmak ve dünyada perişan durumda olmak arasındaki gerçeklikten doğmaktadır. Bir şeylerin ters gittiği veya yolunda gitmediği açıktır. Bu durumda ilk yapılacak olan geleneksel dini bilginin taşıyıcısı olan Medreseyi eleştirmektir. Aslına bakılırsa Said Nursi’nin yeni medrese projesi ve Mehmet Akif’in medreseleri sürekli eleştirmesinin altında bu yatmaktadır. Varılan sonuç şudur: Medreseler ne İslam’ın bilgi birikimini taşımakta ne de Batının ulaştığı bilimsel seviyeyi yakalamaktadır. 

Aslına bakılırsa Tanzimat aydınının en belirgin özelliği kafa karışıklığıdır. Bir yandan bir türlü kopamadığı İslam medeniyeti, diğer yanda gelişmiş ve hakimiyet kurmuş Batı medeniyeti, bir yanda çökmekte olan bir imparatorluk, diğer yanda üstünlük kurmuş Batı medeniyeti. Tanzimat aydını hem İmparatorluğu ve İslam dünyasını kurtarmak hem de Batı medeniyetinin sahip olduğu imkanlara sahip olmak istemektedir. Bu durum tarihi bir dizi soruyu tekrar gündeme taşımaktadır: İslam ve Batı arasında bir sentez kurmak mümkün müdür, İslam ahlakını ve Batı bilimini uzlaştırmak mümkün müdür? Batının felsefi ve düşünsel alt yapısını kabul etmeden, onun üzerine yükselen teknolojiye ulaşmak mümkün müdür? Kuşkusuz bu tartışmalar düşünce tarihimizin merkezi sorunlarındandır.

Ali Suavi’nin bir eleştirisi de İlahiyat konularına yoğunlaşmaktır. Kuşkusuz bunun değişik sebepleri vardır. Kaldı ki, Tanzimat aydınlarının acelesi vardır ve pratik konularla ilgilenmeyi, teorik felsefi ve ilahiyat tartışmalarına tercih etmektedirler. “ Ali Suavi’nin ilahiyat bahisleri veya inançlara yönelik çalışmaları gereksiz görmesi değişik sebeplerden kaynaklanabilir. İlk akla gelen ise pozitif bilim taraftarı olan birinin bu konulara ait çalışmaların verimsiz olacağı düşünmesidir. Diğer bir sebep de batı karşısında aydının dini ve manevi açıdan kendini her zaman üstün görmesidir. Bu sebepten ikincisini onun ifadelerinde görmek mümkündür.”(4)

Ali Suavi’nin bu yaklaşımı çağdaş İslam düşünürlerinden Hasan Hanefi’nin yaklaşımını hatırlatmaktadır. Hasan Hanefi, İslam düşüncesinin bitmek tükenmek bilmeyen metafizik konulara yoğunlaştığını ve asıl ödevi olan yeryüzünü imar etmekten uzaklaştığını savunur. Bu durumda düşüncenin temeli teolojiden antropolojiye değil, antropolojiden teolojiye doğru olmalıdır. Yeryüzüne ve topluma yoğunlaşamayan İslam aklının bir süre sonra yeryüzü ayağının altından kayıp gitmiştir. Asıl sorun yeryüzüne, topluma ve şimdinin sorunlarına yoğunlaşamayan İslam aklıdır ve bu paradigma süratle değiştirilmelidir. 

Ali Suavi bütün çağdaşları gibi çökmekte olan bir imparatorluğu kurtarmak, geri kalmışlık sorunuyla yüzleşmek ve Batı karşısındaki yenilgilere ve bilimsel geri kalmışlığa çare aramaktadır. Unutulmamalıdır ki, Tanzimat dönemi İslam’ın en büyük devleti olan Osmanlı devletinin çöküş dönemidir ve bu İslam toplumlarında ve aydınlarında büyük bir travma yaratmıştır. Ali Suavi de bu sosyal ve siyasal durum içinden bize seslenmektedir. Bir anlamda Ali Suavi, fetret döneminin çocuğudur ve bu durum düşüncelerinin oluşumunda en belirgin faktördür. 

Ali Suavi’nin Türkçülüğe ilişkin eğilimi, Türkler üzerinde yaptığı çalışmalardan gelmektedir. Bu çalışmalarında daha çok Türklerin ayırıcı özellikleri ve üstünlükleri üzerinde durmaktadır. “Ali Suavi’ye göre Türklerin uğraşmadıkları bilim yoktur. Mesela, felsefede Türklerle aynı seviyede bulunan başka bir millet bulunmaz. Türkler, geçmişte bu alanda çok önemli çalışmalar yapmış olmaları bir tarafa, Avrupa’da revaçta olan Scehelling ve Hegel felsefelerinin problemlerini beş- altı yüzyıl önce düşünmüşler, eserlerinde bunları reddederek yıkmışlardır.  Bu Avrupalı araştırmacılarında bildiği bir gerçektir.”(5) Görülüyor ki, Ali Suavi’nin bu düşünceleri romantik Türkçülüğün öncülü sayılır. Türkler hakkındaki bu düşünceleri daha sonra Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp sosyolojik bir temele oturmaya çalışarak Türkçülük akımının temellerini atacaktır. Ali Suavi felsefi düşüncelerinde İbn Sina ve Gazali’yi olumlarken Farabi’yi eleştirmektedir. Rahmi Karakuş’un “Felsefi Serüvenimiz” adlı eserinde Ali Suavi’nin Farabi konusunda olumsuz tavır almasını Gazali’nin etkilemiş olduğunu söylemesi tutarlı gözükmemektedir. Zira Gazali, her iki düşünürü de eleştirmektedir. 

Tanzimat dönemi düşünürlerin bilim konusunda eksikliğimiz olduğu genel kanaati Ali Suavi’de de vardır. Ali Suavi’ye göre bunun nedeni, İlmihal bilgisinin dünya için yeterli bilgi olduğu inancının yaygınlığıdır. 

Ali Suavi’nin eserleri incelendiğinde derin bir felsefi bilgisinin olmadığı, felsefe ilgisinin Sokrates ve ilkçağ Yunan düşünürleriyle sınırlı olduğu görülecektir. İlmin gerekli olduğu ve bu bakımdan İslam dünyasının geri kaldığı ise o dönemim diğer düşünürleri gibi Ali Suavi’nin de paylaştığı bir konudur.  “Tanzimat döneminin önde gelen simaları olarak kabul edilen Şinasi, Münif Paşa ve Ali Suavi akılcı düşünüş ve bilimin gerekliliği konularında hemfikirdirler. Felsefe karşısında da en azından menfi bir tutumlarının olmadığı söylenebilir. Ancak onların, felsefi düşünüşün yaygınlaştırılması ya da gerekliliği üzerinde herhangi bir ısrarları yoktur. Belki bunu beklemek de doğru sayılmaz. Çünkü felsefi faaliyetin gerektirdiği şartların birçoğu henüz olgunlaşmamıştır.” (6) Aslına bakılırsa Osmanlı ülkesinde dini ve akli ilimler yeni üretim yapmaktan çok şerh ve haşiyelere yönelik çalışmalar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla düşünce teorik alanlara ilişkin değil, pratik gerçeklere ilişkindir. Osmanlı batarken teorik felsefi sorunlarla uğraşmak yerine, batan imparatorluğun nasıl kurtarılacağı çok daha önemli bir sorundur Osmanlı aydınları için.

Ali Suavi siyasal olarak yeni Osmanlılar cemiyetinin içinde bulunmuş, değişken mizacı dolayısıyla 1870 yılında cemiyetten ayrılmıştır. Dönemin İslam aydınlarında yaygın görülen bir tavır olan II. Abdülhamid karşıtlığı onda da vardır. Ali Suavi, sadece düşünür değil, eylemci bir kişiliğe de sahiptir. “ 20 Mayıs 1878 günü, 93 harbi yüzünden Balkanlar’dan İstanbul’a gelmiş Filibeli muhacirlerden topladığı yaklaşık 250 kişilik bir grupla Çırağan Sarayını basarak büyük bir ihtimalle V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak isterken, Beşiktaş Karakolu muhafızı Hasan Ağa (daha sonra 7-8 Hasan Paşa) tarafından başına sopa ile vurularak öldürülmüştür. Ali Suavi veya Çırağan Vakası denilen bu olay üzerine sonraları birçok araştırma yapılmış olduğu halde, hareketin başarısızlığa uğraması dolayısıyla evindeki bütün evrakın karısı tarafından imha edilmesi yüzünden olay tam olarak aydınlatılamamıştır. Hayatı gibi ölümünün de perde arkası gizli kalan Ali Suavi’nin, hangi gaye uğruna olursa olsun, II. Abdülhamid’e karşı V. Murad’ı tahta çıkarmak isterken can vermesi, bir süre sonra Jön Türkler tarafından milli kahraman olarak benimsenmesine ve bayraklaştırılmasına yol açmıştır.(7)

Ali Suavi pek çok konuda kalem oynatmış ansiklopedik bir yazardır. Siyasal konularındaki görüşleri Annales okuluna yakındır. “Ona göre medeni bir devlet bir takım kelime oyunlarıyla değil coğrafya, iktisat ve ahlak bilgisiyle idare edilmektedir. Bu yüzden, Osmanlılardaki devlet yönetiminin şer’i esaslara dayanmadığını ileri sürerek hilafet müessesesine karşı çıkarken monarşi adını verdiği mutlakıyet rejimi yerine parlamento esasına dayalı meşruti sistemi savunur. Ancak bir zaman sonra, hakim nüfus olan Türk unsurunun nüfusun sadece yüzde otuzunu teşkil ettiği bir memlekette meşrutiyet ilan edilemeyeceğini anlayarak bu fikrinden vazgeçmiş görünür.(8) Öyle görülüyor ki, Ali, Suavi’nin düşüncelerindeki değişiklik, siyasal düşüncelerini de etkilemiştir. Görüşlerinin sürekli değişmesinden olacak sonraki nesiller üzerinde diğer düşünürler gibi derin etkisi olmamıştır. 

Ali Suavi, Türk ırkının medeni ırklardan biri olduğunu savunması temelinde Türkçü, Osmanlı birliğini savunduğundan dolayı İttihad-ı İslamcı, Namazda surelerin Türkçe okunacağına cevaz verdiğinden modernist, meşveret sistemini savunduğu için demokrat, görüşlerini daima dini temele dayandırdığı için İslamcı sayılabilen ansiklopedist, eylemci bir düşünürdür.

Rahmi Karakuş, Felsefi Serüvenimiz, Seyran yayınları
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yayınları
Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz, Seyran yayınları.
Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz/ Ali Suavi “Osmaniyanın Ulumu Himmeti”,Ulum’dan naklen
Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz
TDV İslam Ansiklopedisi, 2. Cilt
TDV İslam Ansiklopedisi, 2.Cilt